14 Aralık 2012 Cuma

Roma 2. ve 3. Gün


Roma gezisi ayrıntılarına uzun bir aradan sonra son sürat devam ediyorum. Roma’da 2.günümüz serin ama güneşli bir günde başladı. Sabah sokakları arşınlamadan Vatikan’ı ziyaret ettik. 1,5 saat kuyruk beklememizin ardından St.Pietro Bazilikasına girebildik. Ziyaret günümüzün hafta sonu olmasından ötürü çok fazla italyanda vardı kuyrukta. Bu arada sıra beklerken çok komik bir şekilde sıraya kaynak olma tekniklerine rast geldik. Sıraya kaynak olmaya çalışanlar haritaya bakarmış gibi yaparak, ya da birbirlerine bir şeyler anlatıp bir yandan yavaş yavaş aralara sokuluyorlardı. Allahtan kuyruktaki insanlar bu kişileri hiç affetmiyor ve sıraya kaynak yapma olayı böylece engelleniyordu. Sürekli bir hareketliliğin olduğu Vatikanda meydanda bulunan Bernini eseri olan dikilitaş ve çeşmelerde göz alıcı.  Şimdi buradan uzun uzadıya anlatmayacağım ama biliyorsunuz ücretsiz olarak gezilebilen bazilikanın içine açık kıyafetlerle, şortla, kolsuz kıyafetlerle girmek yasak. Dolayısıyla kapıda sıkı bir güvenlik var. İçeri girdikten sonra Hristiyanlığın en büyük bu kilisesinden etkilenmemek imkansız. 



İçerisinin kalabalık olması, Michelangelo’nun muhteşem eseri Pieta’nın önünde sürekli bir kalabalığın oluşu insanı biraz daraltsa da görmeden dönülmemesi gerekiyor.


Ancak bana göre eğer St.Pietro’yu ziyaret edecekseniz kubbeye çıkmadan buradan ayrılırsanız Vatikan’ı tam gezmiş sayılmazsınız. 320 basamak merdivenle çıkılan Cupola’ya, belli bir noktaya kadar eğer asansörle çıkarsanız 7, “ben 320 basamağı da bizzat kendim çıkarım” diyorsanız 6 euro ödeyerek girebiliyorsunuz. Gittikçe daralan, yer yer eğilmeniz gereken yer yer dönerek çıkılan merdivenleri kalp sorunu ve klostrofobisi olmayanlara tavsiye ederim. Değişik bir deneyim. Ancak tepedeki manzarayı tarif etmek imkansız. Vatikan meydanı, Castel Sant’Angelo  başta olmak üzere Pantheon,Vittorio Emanuele anıtı ve muhteşem Roma manzarası ayaklarınız altında. 320 basamaklık yorgunluğa değer. 



Vatikan’dan çıktıktan sonra cafelerin olduğu hareketli sokaklardan yürüyerek Castel Sant’Angelo’ya varıyoruz.  Çok fazla kuyruğun olmadığı Castel Sant’Angelo’ya 8 euro ödeyerek içeri giriyoruz. Roma imparatoru Hadrian tarafından kendisine ve ailesine anıt mezar olarak yaptırılan nam-diğer melekler kalesi Vatikan’ın hemen yanı başında olup Vatikan ile arasında gizli geçitler bulunmaktadır. Melekler ve Şeytanlar kitabına da konu olan kaleden de Roma’nın eşsiz manzarasını izlemek mümkün.



Castel Sant’Angelo’yu gezdikten sonra köprünün üzerinden geçerek Tiber nehri boyunca yürüdük. Ponte Castel Sant’Angelo’dan Ponte Sisto istikametine giden bu yol size doyumsuz manzaralar sunuyor. Yürüyüş parkurunuza eklemenizi öneririm.
Yeni istikametimiz Trastevere. Trastevere yerel Romalıların uğrak yeri olan şirin bir semt. Dar sokakları, uygun fiyatlı trattoriaları ve yine gezilesi Santa Maria in Trastevere meydanı ve kilisesi ile ruhunu yitirmemiş bir semt burası. Yemeğimizi yine araştırmalarım sonucunda Roma’nın en iyi pizzalarını yapan yerlerden biri olarak gösterilen Dar Poeta’da yedik. Normalde akşam saatlerinde çok kalabalık olduğu söylenen bu restaurant gittiğimiz saatte oldukça tenhaydı. İlk gün yediğimiz pizzaya göre kalın hamurlu olan pizzası damağımızda açıkçası fazla bir tat bırakmadı. Üstelik fazlasıyla salaş bir mekan olmasına rağmen fiyatlar da ucuz sayılmazdı. Trastevere’deki gezimizin ardından yürüyerek ışıklandırılımış Vittorio Emanuele anıtının da önünden geçerek Termini’deki otelimize döndük.
Roma gezimizin en uzun yürüyüşünü bu gün yaptık. Genelde her türlü yurtiçi ve yurt dışı gezimizde yürümek tercihimiz oluyor. Bu sayede yol üzerindeki detayları da atlamamış oluyoruz.

Ertesi gün gezimizin 3.gününde Vatikan müzesi ve Sistine şapelini gezmeyi kafamıza koymuştuk. Her ayın son pazarı ücretsiz ziyaret edilebileceğini öğrendiğimiz müze için erkenden yola çıktık. İlk gün Vatikan’a otobüsle gitmiştik.
Bu arada bir dipnot: Otobüs, metro gibi ulaşım araçlarına binmek için gerekli olan bilet fiyatı 1,5 euro. Bir bilet 75 dakika boyunca geçerli. Otobüslerde küçük bir sarı makine var, biletleri oraya sokup onaylatmak gerekiyor. Ancak gezimiz boyunca otobüslerde hiç kimsenin bu makineye bilet soktuğunu görmedik. Hatta biletlerinin bile olduğuna emin değilim. Biletsiz yakalanırsan cezası olduğu söyleniyor ancak otobüste öyle bir uygulamanın olmadığını düşünüyorum. Çünkü binenler gayet rahat. Biletle falan uğraşan yok. Uzun lafın kısası Roma’da otobüsle ulaşım cesareti olanlara ücretsiz diyebiliriz. Metro bu açıdan daha planlı ve düzgün çalışıyor. İstanbul metrosu gibi az hattı olan metro istasyonlarında uzun yollar yürüyüp bir sürü merdiven inip çıkıyorsunuz. Dolayısıyla çok uzak mesafeler arasında gitmeyecekseniz 1-2 durak için metroya binmenizi tavsiye etmem.
Termini ve Vatikan müzesi arası yürümek bugün için vakit kaybı olacağından biz de bugün için metro ile gitmeyi tercih ettik. Metrodan indikten sonra Vatikan müzesi kuyruğu nerdeyse metro çıkışından başlıyordu. Bugün ücretsiz ziyaret edildiği için kuyruk olacağını tahmin etmiştik ama bu kadarını beklemiyorduk. Ancak kuyruk tahmin ettiğimizden daha hızlı ilerliyordu ve yine 1,5 saat beklemenin ardından içeri girebildik. Buraya giriş kuyruğunda da dün St.Pietro’ya girerken olduğu gibi kaynak olayı çok yoğundu. Ancak yine bir şekilde kaynakçıların önümüze geçmesine engel olmayı başardık.


 Normal giriş 18 euro olan müze ücreti ayın son pazarına denk gelmemiz sayesinde bedavaydı. Bu büyük fırsatı değerlendirerek gezdiğimiz Vatikan müzesi çok etkileyiciydi. Özellikle Raphael’in yaptığı tablolar ve Michelangelo’nun eserleri ile dolu Sistine şapeli.



 Gerçek bir sanat aşığı değilseniz bile Raphael’in odaları ve Sistine şapel’deki Michelangelo’nun “Ahiret günü” ve “Adem’in yaradılışı” görmeye değer. Sistine şapele girer girmez nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Hele Michelangelo’nun “Ahiret Günü” tablosunu 7 sene tek başına uğraşıp kimsenin el sürmesine izin vermediğini öğrenince yağlıboya duvar resmine gerçekten hayran kalıyorsunuz. Hikayeye göre Michelangelo bu resme o kadar önem veriyormuş ve sır gibi saklıyormuş ki papanın bile odaya girip bitmemiş esere göz atmasına izin vermemiş hatta bir gün odaya girdiği için adamcağızın kafasına yağlı boya fırçasını fırlatmış. Hikaye ne kadar doğru bilmem ama Michelangelo’nun uğraştığı kadar var. Sistine şapele bizim gibi ücretsiz girme şansını elde edemeseniz bile 18 Euro ödeyip girmeye değer. Şiddetle tavsiye ediyorum.
Müzeden çıktıktan sonra gezimize meydanlarla devam edelim dedik. İlk önce Navano meydanı ile meydanların açılışını yaptık. Navano meydanı 3 adet çeşmeye sahip Roma’nın en meşhur ve en büyük meydanıdır. Bernini’nin 4 nehir çeşmesi meydandaki en ünlü çeşme olup ismini Nil, Tuna, Ganj ve Rio de la Plata nehirlerinden alır. Bu nehirlerin hepsi farklı kıtalarda olduğundan hepsi aynı zamanda kendi bulunduğu kıtayı temsil eder.



Benim Roma’daki meydanlar içinde tercihim beni en çok etkileyen meydan Pantheon olmasına rağmen Navano her bütçeye uygun kafe ve restoranlarla daha çok rağbet görüyor. Aynı zamanda meydanda çok fazla sokak sanatçısının olması meydanı her daim canlı kılıyor. Burada sokak sanatçıları ve ressamları izledikten, meydanda çeşme etrafında fotoğraf çektikten sonra meydanın en önemli barok eserlerinden olan Sant’Agnese in Agone kilisesine girdik. Roma’daki her kilisenin özgün bir mimarisi var. Dolayısıyla hiçbirinden etkilenmemek mümkün değil. Avrupa’da sanırım en çok kilise ziyaretini bu şehirde gerçekleştirdim. Artık bir noktadan sonra girdiğimiz kilise sayısını unutmaya ve hepsini birbirine karıştırmaya başladık. Bunun sebebi de kiliselere bu gezide dinlenme, ısınma ve yağmurdan kaçma amacıyla girmemiz oldu. Navano meydanının ara sokaklarına dalarak yine internet araştırmam ve kardeşimin interrail gezisinde deneyip onayladığı ve tavsiye ettiği Navano Notte’yi bulduk. Navano Notte meydana yakın çok şirin bir ristorante idi. Makarna çeşitlerinden, pizzaya kadar her zevke uygun İtalyan yemeklerinin olduğu bu lokantada 4 peynirli makarna, lazanya ve salata yedik. Hepsi çok lezizdi. Dolayısıyla kesinlikle tavsiye ediyorum. Yemeğin ardından dondurma yemezsem olmaz. Soluğu meydandaki Grom’da aldım.  Tiramisu ve vanilyalı 2 top kupta dondurmam San Crispino’ya göre çok daha başarılıydı. Ardından Navano meydanı’na yakın istikametteki Pantheon meydanının yolunu tuttuk. İki meydan arası benim Roma’daki en beğendiğim kiliselerden San Luigi Dei Francesi’ye girdik.


Kilise Caravaggio tabloları ile oldukça ünlü. Kiliselerin hepsinin halka açık ve ücretsiz olmasının sanatın daha çok insana ulaşması adına çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanları gezmeye ve öğrenmeye daha çok teşvik ediyor. Neyse biz konumuza dönelim. Kilise molamızın ardından Pantheon’a varıyoruz.



Daha öncede dediğim gibi Pantheon beni gördüğüm anda büyülüyor. Antik Roma’da tapınak olarak inşa edilen Pantheon sonradan kilise olarak kullanılmaya başlanmış olup şimdi Raphael ve Vittorio Emanuele’in mezarlarına ev sahipliği yapıyor. Pantheon’un devasa tepesi açık kubbesi söylenenlere göre kışın lapa lapa yağan karla büyüleyici bir atmosfere dönüşüyormuş. Pantheon’un içi her daim çok kalabalık ve bu nedenle gürültü eksik olmuyor. Görevlilerin mikrofonla İtalyanca ve İspanyolca olarak sessiz olun uyarısına aldırmayan turistlere “hişşşşşt” diyerek uyarması ise gerçekten çok komikti. Bu durum bana lisedeyken derste bir öğretmenimin sınıfa sürekli sessiz olun uyarısı yapması ardından kimsenin aldırmaması üzerine bir anda dayanamayıp bağırarak ve elindeki cetveli masaya vurarak tepki vermesini ve hepimizin bir anda mum gibi olmasını hatırlattı. Pantheon’da da durum aynen böyleydi ve “hişşşşt” uyarısı turist kalabalığı üzerinde daha etkili oldu. Yazdıkça anlıyorum ki galiba en fazla kilise gezmesini bugün gerçekleştirmişiz. Çünkü sırada Sant’Ignazio di Loyola kilisesi var.


Bu kilise diğerlerine göre oldukça büyük ve tavandaki süslemeler enfesti. Bana Sistine şapelin tavan süslerini hatırlattı. Aynı zamanda kilisenin tepesine kubbe yerine tavana göz yanıltıcı bir perspektif kullanılarak kubbe resmi yapılmış olması da gerçekten ilgi çekici ve görülmeye değer. Aynı zamanda bu kilisede bir opera sanatçısının kilise orgu eşliğindeki konserine denk gelmemiz kilisenin ihtişamını daha da arttırdı. Hava kararmaya başlıyor dolu dolu geçen bir günümüzde artık yavaş yavaş sona eriyor. Hadrianus tapınağı önünden geçerek bugünün son fotoğraflarını da çekerek yorgun ama mutlu olarak otelimizin yolunu tutuyoruz.

Bu yazının müziği de gördüğümüz usta ellerden çıkan yüzlerce yıllık sanat eserlerine ithafen Madonna’dan Masterpiece.


Roma son bölüm yazısı da yakında geliyor.

16 Kasım 2012 Cuma

Roma


Herkese merhabalar,

Bundan böyle gördüğüm yurtiçi, yurtdışı seyahatlerimdeki detayları sizlerle paylaşacağım. Öncelikle bu blogda gidilen şehirlerin turistik mekanlarının yanı sıra daha az kişi tarafından keşfedilen yani daha az popüler olan yerleri de anlatmaya çalışacağım.   

İlk olarak en son yaptığım Roma gezisiyle başlamak istiyorum blog yazılarıma.


Roma’ya bu yılın Kurban bayramında yani Ekim ayının son haftasında gittik. Herhangi bir tur şirketinin hazırladığı bir programla değil, kendi uzun hazırlıklarımız ve araştırmalarımız sonucu bireysel olarak yaptık seyahatimizi. Genelde uçuş saatlerinin gidişte sabah erken saatlerde, dönüşte ise geç saatlerde olmasına dikkat ederim. Gün kaybı olmaması ve gittiğimiz her dakikayı dolu dolu yaşamamızı sağlıyor bu durum. Ancak Roma gezimizin bayram tatilinde gerçekleşmesi nedeniyle uçak fiyatları oldukça pahalıydı. Bizde gün kaybı yaşamayı göze alarak Pegasus’un öğlen saatlerindeki tarifeli bir uçağıyla saat 14:00 civarında Roma Fiumicino havaalanına vardık. Roma havaalanı o kadar eski ki sanki bir Avrupa şehrine değilde 3.dünya ülkesine ayak bastığımızı zannettik. 2006 yılında da Roma’ya gitmiştim. Ancak aradan geçen 6 yılda maalesef Fiumicino havaalanı bir adım ileriye gidememiş. Pasaport kontrolünden hızlıca geçip, bagajlarımızı da aldıktan sonra Roma merkezine nasıl gideceğimize karar verdik. İnternetten bu konuda araştırma yapmıştım. En uygun yol Terravision markasının Roma Termini istasyonuna giden otobüsleri gibi gözüküyordu. Leonardo Express adı verilen 30 dakikada Termini’ye ulaşan hızlı tren de seçeneklerimiz arasındaydı. Ancak trenin kişi başı 14 euro olması nedeniyle daha ucuz olan ancak Termini’ye 1 saatte giden Terravision’da karar kıldık. Kişi başı gidiş 5 euro para verdik bu otobüslere. Otobüslere nerden bilet alınacağı, otobüslerin nerden kalktığı havaalanındaki oklar ve reklamlarla çok net bir şekilde anlaşılıyor. 20 dakikalık bir bekleyişin ardından otobüse bindik ve kapalı bir Roma havasında 45 dakikalık bir yolculuk sonucunda Termini’ye sorunsuzca ulaştık. Genelde havaalanından tek araçla ulaşılabilen bölgelerde otel arayışında oluyorum.Bu durum elimizde bavullarla fazla yürümememizi ve aktarma yapmamasını sağlıyor. Dolayısıyla Roma’nın en büyük ve şehirlerarası seferler yapan tren istasyonu Termini yakınında bir otelde kaldık. Termini’ye 15 dakikalık yürüyüş mesafesinde 3 yıldızlı Des Artistes Hotel oldu bu gezideki tercihimiz. Otelin konumu, kahvaltısı, personeli ve temizliği dört dörtlüktü. Otelde karşılaştığımız en sıra dışı olay bir geceyarısı uykudayken yangın alarmının çalması oldu. Bir türlü susmayan yanlış yangın alarmı tüm otelde kalanları gece gece sokağa döktü. Ve 1 saat boyunca susturamadılar maalesef. Bu otelin tek eksisiydi. Ama herkesin başına gelecek bir durum da değil.
Otele yerleşmemizin ardından saat 17:00 gibi Roma’da ilk günümüzü yaşamak için kendimizi dışarı attık. Mevsim itibariyle 5 günlük gezimiz genelde soğuk ve yer yer yağmurlu geçti. İlk günümüzde işte böyle yağmurlu bir gündü. Genelde gezmeye gittiğimiz şehirlerde o şehrin en önemli ve en turistik yerini görerek geziye başlarız. Tahmin edebileceğiniz gibi ilk uğradığımız nokta Fontana Di Trevi nam-ı diğer Aşk çeşmesi oldu. Herhalde bundan 6 yıl önceki gezimde o kadar içten dileyerek parayı atmışım ki havuza tekrar gelmek kısmet oldu Roma’ya. Ancak bir önceki gezimi yaz sezonunda yani şimdiki mevsime göre daha turistik bir sezonda yapmama rağmen ben aşk çeşmesi etrafında bu kadar kalabalık görmemiştim. Çeşmeye gittiğimizde hava kararmak üzere olmasına rağmen havuzun kenarı, çevresi kısacası her metrekaresi insanlar tarafından kuşatılmıştı. Bulduğum ufak bir boşluktan paramı atarak dileklerimi tuttum. Aşk çeşmesinin etrafı o kadar kalabalık ki çekilen fotoğraflarda tanımadığınız başka bir kişiyle aynı kareye girmemeniz neredeyse imkansız. Bayram olması sebebiyle çevrede çılgın gibi türk var aynı zamanda.  Ancak yine de buranın büyülü havasını derin bir soluk alarak içime çekiyorum tekrar burada olduğuma şükrediyorum. 



  

Akşam yemeği için yer arayışına girişiyoruz. Malum Pegasus havayollarında yiyecek içecek parayla satılıyor ve biz bunun için para harcamak istemiyoruz. Bu nedenle sabahtan beri su, sandviç ve bisküvi ile günü geçirdiğimizi söyleyebilirim. Artık güzel bir yemek zamanı diyerek Trevi çeşmesi civarında bir restoran bulma arayışına başlıyoruz. Gezi hazırlıklarım süresince gittiğim yerlerdeki iyi restoran, cafe ve fırınları araştırmaya çok önem veriyorum. Ancak İtalya’da restoranların pek çoğu öğlen servisi verip saat 15:00’te dükkanları kapatıp akşam servisi için 19:00’da yeniden açıyorlar. Dolayısıyla bu gezimizde her zaman planladığımız yerlerde yemeğimizi yiyemedik. Trevi’nin karşı sokağında cafe ve restoranlar turistik bir yer olduğu için sürekli açık. Tabi bu durum da kaliteli bir yemek bulmak konusunda sıkıntı yaşanabileceğini ve yemeklerin sıradan olabileceğini düşündürüyor. Kısa bir yürüyüş sonucunda Via del Lavatore üzerinde Al Picchio’ya giriyoruz. Ufak odalardan oluşan şirin ve temiz bir restoran burası. Dört peynirli pizza, Caprese pizza ve Domates soslu gnocchi makarnalarımız ilk günün yorgunluğu ve açlıktan mıdır nedir bilmem çok lezzetli geldi. 

 Yemekten sonra yine Trevi’ye yakın Via della Panetteria’daki  San Crispino’da dondurmalarımızı yiyoruz. San Crispino’nun çok küçük bir tabelası var. Eğer dikkatli bakmazsanız gözünüze çarpmayabilir. Dondurmaları sadece kupta servis ediliyor. Ve 3 boyu var. En büyüğüne 3, orta boyuna 2, en küçük kupada 1 top dondurma koydurabiliyorsunuz. O kadar çok seçenek var ki seçmek çok zor. Ben daha önce ki araştırmalarım sonucu San Crispino’nun ballı dondurmasının meşhur olduğunu öğreniyorum. 1 top ballı bir top ta stracciatella denen çikolata parçacıklı vanilyalı dondurma alarak yürüyerek keşfimize devam ediyoruz. San Crispino’da yediğim dondurmanın çok da lezzetli olduğunu söyleyemeyeceğim. Güzeldi ancak daha güzellerini İstanbul’da yedim yani. 

Saat geç olmaya başladı ortalık iyice hareketleniyor ancak hava da serinlemeye başladı. Ufak ufak da yağmur çiseliyor. Ve biz yavaştan otele doğru seyirtiyoruz. Yağmur hızını arttırmaya başlamışken geldiğimiz istikametle aynı şekilde Via Barberini ve Piazza Repubblica’dan geçerek yürüyoruz. Gündüz Fontana Di Trevi’ye doğru yürürken Repubblica’da,  Space Cinema Moderno binasında büyük SKYFALL afişleri ve büyük ışıklandırmalar dikkatimizi çekmişti. Filmin galası olabileceğini düşünmüştük. Dönüşte “bir bakalım neymiş?” diyerek yönümüzü sinema binasına çeviriyoruz. Yağmur iyice şiddetini arttırmış, dolayısıyla kırmızı halıdakileri görmek isteyenlerin sayısı çok da fazla değil. Bizde zaten “şöyle bir bakalım, kırmızı halıyı görmekten de kusur kalmayalım” diye çok hevesli olmasak da uğramıştık diye bakınırken bir anda bir araba yanaşıyor deli gibi flaşlar patlıyor ve o da ne “Daniel Craig” kırmızı halıda. Skyfall filminin galasına katılan başrol oyuncusu Daniel Craig sadece birkaç adım ötemizde. Derken Daniel Craig bizlere doğru yaklaşıyor ve imza veriyor, fotoğraf çektiriyor. Bu bir rüya olmalı, bir Hollywood yıldızıyla aramızda yarım metre var yok o kadar yakınız! Bu büyük rastlantı gezimizin ilk gününde yüzümüzü fazlasıyla güldürüyor ve Roma’daki ilk günümüzde bize kocaman bir hoş geldin hediyesi veriyor. Ve asla unutulmayacak bir gezi olarak hafızalarımızda yer ediyor. Bu hoş olayla ilk günümüz noktalanıyor.


 

Roma gezimi unutulmaz kılmak adına Adele'in film için söylediği mükemmel ötesi James Bond şarkısı Skyfall huzurlarınızda.


Roma gezimizin devamı en kısa zamanda gelecek.